Şirvan Erciyes’in metinleri gerçek edebiyat tutkunları için bir haz niteliğinde, okurunu daha ilk satırlarda kıskıvrak kendine bağlıyor. Yazıya bir göz atma düşüncesinde olanlar bile bu çekimden kendilerini kurtaramayabilirler. Çünkü bir edebi şölen vaat eder daha en baştan. Derin bir duyarlılıkla kaleme alınan bir metnin, okurunda yankı uyandırmaması zaten düşünülemez.
Erciyes’in tamamı kitap eleştirilerinden oluşan yeni kitabı ‘Yazınsal Tutkunun İzinde’, yakın zamanda okuruyla buluştu. Zengin, doyurucu, sorgulayıcı, ele aldığı metni didik didik eden bir kitap… Belki yazdığı bir kitap üzerine başkaları daha önce defalarca yazmıştır ama Şirvan Erciyes, o kitap üzerine ilk kez yazıyormuş gibi bir duygu uyandırıyor okurunda. Çünkü anlatımında, üslubunda, konuyu ele alma biçiminde bir özgünlük ve yenilik var. Gözlemleri keskin. Satır aralarına olması gerektiği kadar bir mizah serpiştirdiği okurun gözünden kaçmıyor.
Metinde her şey kıvamında. Metnin ve metinde anlatılan roman kahramanlarının hislerini kılcal damarlarına kadar deşecek ayrıntıya inmesine rağmen, okuru gereksiz ayrıntılara maruz bırakacak bir anlatım yoluna girmiyor ama anlattığı şeyi eksik de bırakmıyor Erciyes. Romanın konusunu uzun uzadıya anlattığı bazı yazılarında oluşan kusuru ise, bir tarz olarak romanı okura yaşatarak telafi etmeyi biliyor. Ele aldığı romanların yazarlarıyla kahramanları arasındaki ilişkiye yer vermesi ise oldukça ilgi çekici. Yazara karşı acımasız olmadığı gibi, iltimas da geçmez. Şirvan Erciyes’in kalemi sözgelimi kötü bir romanı okuruna okutacak kudrette bir özgünlük ve canlılıkla donanmış diyebiliriz çünkü anladığımız kadarıyla yazmak Erciyes’te bir görev değil, tutku. Bir paradoks gibi görünebilir ama bu tutku onu da aslında bir taraftan yazmaya mecbur kılmıştır sanki.
‘BİLEREK, İSTEYEREK, TUTKUYLA VE AŞKLA EDEBİYATI SEVDİM’
Yazar, sadece bilgisi ve gözlemleriyle değil, sezgisiyle yazdığına dair güçlü bir izlenim bırakıyor okurunda. Bir eleştirmen olarak tanıdığımız Erciyes’in bir romancıda olması gereken sezgiye sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz bu yüzden. Sadece huzur değil, anlam da katıyordur hayatına yazmak. Kitabın giriş bölümünde şu cümleleri okuyoruz:
“Giderek daha dar bir kitlenin uğraşı olan edebiyat, yalnızca edebiyata tutkuyla bağlı, edebiyat sezgisine sahip olanların anlayacağı anlam ve değer sorunu benim açımdan. Başka türlü yaşamak istemedim, yaşantısını farklı uğraşlarla anlamlandıran insanlar tanıdım, yaşantısına hiçbir anlam katma derdi olmayan, anlamın ne olduğunu bilmeyenler de. Ben bilerek, isteyerek, tutkuyla ve aşkla edebiyatı sevdim. Okuma ve yazma uğraşına harcadığım emek sayesinde ben olabildim.”
Eleştirmenliğin neredeyse bitmeye yüz tuttuğu, hatta edebiyat havzasında kasten unutturulduğu bir zamanda yazmanın, eleştirmenliğin sancıları da elbette çepeçevre kuşatacaktır yazarı.
‘HİÇBİR ZAMAN ÇOK KOLAY YAZAN BİRİ OLMADIM’
“Zaman zaman yaptığım işi sorgulamadım değil. Öyle ya niçin yazıyordum? Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadığım bu işi, para da kazanmadığıma göre niçin yapıyordum? Hiçbir zaman çok kolay yazan biri olmadım, üç-beş dakikada okunup bitecek bir yazı, günlerimi ya da haftalarımı alıyordu.”
Eleştirmenliğin tamamlamadığı bir edebiyat ortamı, etrafa ancak bir çürüme kokusu yayar. Uydurma ve içeriksiz kitap tanıtımları, birbirini göklere çıkaran ahbap-çavuş yazar grupları, tek derdi para kazanmak olan tacir içgüdülü yayınevleri, kendisinin dev aynasındaki görüntüsünü herkese el çabukluğuyla ‘büyük yazar’ diye yutturmayı başaran yazar taslakları, bizim farz ettiğimiz ama gerçekte mevcut olmayan hayali okurlar… İyi edebiyatın ve kişilikli yazarların çanına ot tıkayan ve onları adeta görünmez kılan.
Yazmayı ve edebiyatı bir tutku olarak yaşadığını belirten Şirvan Erciyes, ‘Yazınsal Tutkunun İzinde’ kitabıyla, bu çürüme kokularını dağıtmanın da ilan edilmemiş mütevazı bir manifestosuna kendince bir katkıda bulunmuş oluyor.
Yazmak her zaman çileli bir uğraş olmuştur. Çalakalem yazmalardan söz etmiyorum elbette. Edebiyatı derinden yaşayıp yazanlar, içlerinde her zaman ilacı olmayan bir kuşku da taşırlar. Aslında bu kuşkuya bir haz ve anlam katmanın doyumu da eşlik eder ama çile her zaman tortusunu bırakır. ‘Yazınsal Tutkunun İzinde’, yazarının psikolojik ve edebi dünyasını önümüze sererken, okurunu da bir bakıma hem düşünmeye ve hem de bir çeşit kendi iç huzursuzluğuyla baş başa bırakıyor. Çünkü bir biçimde okurun yüzeysel okumalarını yüzüne vurmuş oluyor.
BİR DÖNEM UNUTULMUŞ KADIN YAZARLARIN ROMANLARI
Şirvan Erciyes’in dili ve anlatımı dinamik, anlattığı şey bütün canlılığıyla okurun zihninde canlanıyor. Kelimeler bazen görüntülere dönüşür. Kitapta Vedat Türkali’nin romanı ‘Bir Gün Tek Başına’yı anlatırken, kendimizi şu satırları okurken buluyoruz mesela:
“Günsel ve Kenan buluşma mekanı olarak genellikle Çınaraltı’nı seçerler, yağmurlu bir gün burada buluşup taksiyle Rumelihisarı’na doğru yola çıkarlar, Küçükbebek’i geçince araçtan inip yağmura aldırmadan yürümeye başlarlar. Günsel Kenan’ın koluna girer, deniz kıyısında araçların gürültüsü ve soğuk denizin hışırtısı arasında kalan karanlıkta coşkuyla sarılıp öpüşmeye başlarlar. Oturdukları kırık bank, soğuk, yağmur umursama alanı içinde değildir, yalnızca aşk ve arzu vardır. Rumelihisarı ve deniz bu çiftin ilk öpücüğüne tanık olmuştur istemeden.”
‘Yazınsal Tutkunun İzinde’ kitabında, bir dönem unutulmuş, daha sonra hakları gecikmeli de olsa teslim edilmiş kadın yazarların romanlarının kendine yer bulmuş olması da oldukça dikkat çekici. Suat Derviş, Şükûfe Nihal ve Peride Celal bunların en bilinenleridir. Ama asıl önemli olan, feminist bir yorumlamanın bu anlatılara belirgin bir biçimde nüfuz etmiş olması. Kitapta kadın duyarlılığının kendini hissettirdiği pek çok satıra rastlamak mümkün. Keskin gözlem yapmanın bu duyarlılıktan kaynaklandığı çok açık. İnsana içeriden bakmak için, yazarın kendi iç dünyasına eğilmesi kaçınılmazdır.
Bir eleştirmen sadece iç dünyasıyla ve gözlem gücüyle sınırlı kalamaz elbette. Sorgulayıcı bir bakış açısı, hiç bitmeyen bir okuma macerası, her şeyi yeni öğreniyormuşçasına bir merak ve duyarsızlıkla kol kola yürüyen önyargıların kuşatmasının yarattığı o bıktırıcı karamsarlığa karşı sabır ve inadı elden bırakmadan direnmesi şarttır. Edebiyatın ve yazının kırılgan dünyasını ayakta tutacak şey yazma inadıdır. Yazarın veya eleştirmenin etrafındaki vasat insan bolluğu, çoğu zaman yazmanın beyhudeliğini kanıtlamaya çalışır. Pek çok yazı insanı zaman içinde kendini bu vasat insan denizine bırakır ve yitip gider.
(HABER MERKEZİ)