Gülşen İşeri, işçinin portresini çekti: Öfkem ikiyüzlülüğe…
DUVAR- İnkılap Kitabevi Genel Yayın Yönetmeni Gülşen İşeri’nin işçilerin hayatına dokunan Büyük İnsanlık kitabı okurlarla buluştu. Daha önce, Aleviler Aleviliği Tartışıyor, Metropol Sürgünleri, Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde/Kentsel Dönüşüm, Müslüm Gürses ve Muhterem Nur’un hayatını anlattığı Muhterem Nur Ömrümce Ağladım gibi kurgu dışı kitaplara imza atan, yaptığı haberlerle Müşerref Hekimoğlu Yılın Gazetecilik Ödülü’nü ve Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Yazar Ödülü’nü kazanan gazeteci ve yazar Gülşen İşeri, kitapta işçi sınıfının çarpıcı öykülerini anlatıyor. Gürcan Öztürk’ün fotoğrafladığı kitapta; söyleşilerle maden işçileri, tersane işçileri, inşaat işçileri, mevsimlik işçiler, geri dönüşüm işçileri ve kot taşlama işçilerinin hayatlarına tanıklık ediliyor.
Gülşen İşeri ile yeni kitabını konuştuk.
İş ve işçi güvenliğinin yok sayıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Siz, tam da bu amaçla, bu gerçeği göstermek için yıllar önce bir yola çıktınız ve sonunda eşsiz bir kitap çıktı ortaya; Büyük İnsanlık. Çıkış noktanız neydi?
Büyük İnsanlık pandemi öncesi belgesel olarak yola çıktığımız bir projeydi. Adına da “Türkiye’de İşçi Olmak” demiştik. Ama biliyoruz ki işçiler her yerde, dünyada, aynı dertten mustarip, Türkiye ile sınırlandırmadan Büyük İnsanlık öneresini yaptı usta yazar Zülfü Livaneli…
Yola çıkma sebebine gelince; Büyük İnsanlık benim dert ettiğim meselelerden biriydi. Bu meseleleri insan üzerinden anlatmak en büyük derdimdi. Görünmeyen kahramanları görünür kılmak istedim aslında. Ve işçiler bu ülkede en çok ölenlerdi. Her gün ya inşaat, ya maden ya da farklı iş kollarında işçiler ölüyordu. Benim sayılarla derdim yok, istatistik peşinde de değilim… Ben bir insanım ve insanı görmek istedim. Evet, Büyük İnsanlık hepimizden bir parça. Bu iş kolları temsili oldu ama ben iş kollarında şu kadar işçi ölüyor, bu kadar çocuk, kadın gibi istatistik bilgilerden uzak durdum. Çünkü her gün bu bilgiler önümüze düşüyor ve o kadar alışıyoruz ki rakamlara. İnsan bazen sadece rakamdan ibaret gibi oluyor. Bense rakamlara değil insana dokunmak istedim. Öldüklerinde 5 dakikalık haber bülteninde yer alanları ben yaşarken yazmak istedim. Kıymetli olan bu değil midir? Her şeyi unutuyoruz. Unutulmaması gereken var: İnsan.
“Yola çıktınız” derken bir metafor kullanmıyorum. Sahiden bir sırt çantası, bir fotoğraf makinesiyle şehir şehir dolaştınız ve işçilerin hayatlarına yakından tanık oldunuz. Kitabınızda, “Bu hikâyenin peşine düştüğümüzde öfkeliydik,” diyorsunuz. Bu öfke miydi size Türkiye’nin dört yanını dolaşma gücünü veren?
Aslında öfkemiz herkesin klavye başında ahkam kesip, öldüklerinde sosyal medyada duygu sömürüsü yapmasına. Bunu siyasilerden tutun da sendikalara kadar herkes yapıyor. Benim öfkem bu ikiyüzlülüğe yönelikti. Gürcan ile yola koyulurken bunları düşündük. Çünkü birileri bir şey yapmalıydı. Bu hikayeler ne sosyal medya hesabından paylaşmaya benzer ne de makale yazmaya. İnsana dokunmak bize güç verdi. Evet, bu gücü onlarla geçirdiğim zamanlarda kazandım ve daha çok seslerini duyurmak istedim.
Bu kötülük çağında, herkesin birbirini unuttuğu bir dönemde hiç görülmeyenlerin görünür kılınması inanın herkese iyi geliyor. Biraz da dert edinmişsiniz, kentsel dönüşüm kitaplarınız da insana dair…
Bu hikayeleri yazan, birine daha dokundum diyor, hikayesi yazılan ise yalnız olmadığını görüyor. Bu benim derinden hissettiğim bir duygu. Ben de toplum içinde yaşadığım olaylardan yola çıkarak bildiğim ve hissettiğim temalara yöneldim. Çünkü işçi bir ailenin kızıyım. Kentsel dönüşüm kitapları çıkarttığımda yine derdim insandı ama biraz da kendimdim. Gecekonduda yaşamış, hayatın tüm zorluklarıyla mücadele etmiş, evi başına yıkılmış bir insanın beslendiği kaynaklar insan oluyor.
Türkiye’de işçi denince belki de akla gelen ilk şehirdir Zonguldak. Emeğin başkentidir. Sizin de ilk durağınız Zonguldak oldu. Neler yaşadınız orada? Maden işçileriyle birlikte yerin yedi kat altına inip karanlığa uyandığınızda neler hissettiniz? Ve tabii madenciler… Türkiye’nin gelmiş geçmiş en şanlı işçi eylemidir Büyük Madenci Yürüyüşü, o ruhu hissedebildiniz mi madencilerde?
Bu hikayeleri yazarken ve yaşarken evet Zonguldak çok farklıydı. Gördüğünüz mavi kent aslında siyahtı. Ve kentin her yerine sirayet etmişti bu “kara”. Çünkü kentliler maviye uyanmıyordu, Zonguldak’ın gecesi de gündüzü de “kara”ydı. Sokaklardaki madenci heykelleri de zaten Zonguldaklılar için bu gerçeği unutturmuyordu. Madene girdiğimizde, o kara elmas diyarına, çok farklı duyguda oluyorsunuz. Tarifi çok zor. Yaşanması gerekir. Önce vagonlarla sonrasında da ziftin içinde sürünerek gittiğimiz domuz damında iki büklüm işçilerle sohbet etmenin ne demek olduğunu nasıl tarif edebilirim. İşçiler yüzüme endişeyle bakıp, “birazdan göçük olsa ne yapacaksınız” dediklerinde ve “biz zaten alışkanız, her an ölümü yaşıyoruz” derken… Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın madenciler için yazdığı şiirde diyor ya, “sen yeraltındasın, Tanrısızsın anlasana”.. Bu yalnızlık duygusunun hissettim. Bu projeye başlarken nasıl yalnızsak şunu anladım; işçiler de yalnız, onların hikayelerini yazanlar da…
Evet, büyük madenci yürüyüşü inanılmaz etkileyiciydi peki şimdi? Onlarca işçi ölüyor, Soma’da yaşanılan facia… Nerde o aklımızda kalan, bizi etkileyen yürüyüşler. Klavye başında değil mi?
İş ve işçi güvenliği ile ilgili neler söylersiniz? Bu kazalara sebep neler?
Öncelikle güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı… Ağır iş kolu olduğu için de dinlenmeleri, tatil hakları, ayrımcılığa karşı koruma, sendikal özgürlükler gibi pek çok şey sayabiliriz. Ama hayata geçiyor mu? Sosyal adalet ülkenin hiçbir yerinde yokken işçilerin ortamında olması mümkün mü? Ordu’da fındık bahçelerinde mevsimlik işçilerle yaşarken gördüklerimiz şaşkınlık vericiydi. Kürt işçiler şehre inemiyor, Kürtçe konuşamıyordu. Bu ayrımcılığın, başka bir boyutu. Diğer yandan da kaldıkları yerler sağlıksız, su yok, tuvalet yok ve bu insanlardan yazın ortasında, sivri sineklerin arasından ciddi bir performans bekleniyor. Nasıl olacak?
Madende dinlenmeden işe gelirseniz herhangi bir dalgınlıkta ciddi bir kazaya davetiye çıkartırsınız. İnşaat vasıfsız, Anadolu’dan gelip para kazanmak için binaların tepelerine çıkılıyor, eğitim yok… İşveren için önemli değil çünkü, o işçi ölürse diğeri gelir, o da ölürse diğeri… Bu şekilde devam eden bir sistem de hangi sağlıklı koşullardan söz edebiliriz ki? Bunun için sendikal örgütler ne yapıyor? Madde madde sayarız ama mesele uygulanması. Bunlar iyileştirilmezse daha çok işçi ölür ve biz yine rakamlara hapsoluruz.
Kitapta altı ana bölüm var. Altı iş kolu… Maden, Tersane, İnşaat, Mevsimlik Tarım, Geri Dönüşüm ve Kot Taşlama. Şüphesiz en zor hayatlardan birini de mevsimlik işçiler yaşıyor. Ordu’dan fotoğraflar görüyoruz kitapta. Fındık bahçelerinin dışı nefes kesici, peki ya içi?
Ordu’da fındık bahçelerine bir traktörün üzerinde gittik. Yokuşlardan bata çıka, traktörün kasasına istiflenmiş bir şekilde… O kadar güvencesiz bir yolculuktu ki! Bahçeye vardığımızda hemen fındık toplamaya koyuluyorlar. Ama burada içimizi yakan kadınların durumuydu. Kadınlar fındık topluyor, çay hazırlıyor, yemek yapıyor ve yine erkeklerle aynı şekilde fındık toplamaya devam ediyordu. Dinleme zamanlarında ya yemek yapıyor ya da çocuklara bakıyorlardı. Urfalı bir aileye konul olmuştuk, Urfa Siverek… Ağustos’ta fındık, Eylül-Ekim’de de güneyde limon bahçelerinde oluyorlar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Kürtçe konuşmaları da yasak! Aslında fındık bahçelerinin dışı da yaktı bizi içi de!
İşçinin ırkı yoktur, işçi her yerde işçidir. Fakat nefret dili susmuyor. Ordu’daki bir mevsimlik işçi şöyle diyor kitabınızda; “Burada denize bakmak bile suç…” İşçiler ölümle sınandıkları yetmezmiş gibi bir de ırkçılığa maruz kalıyor…
Evet, az önce dediğim gibi… Urfalı aile çok sessizdi. Sanki konuşsalar suçtu! Öyle kodlanmışlar. Ordu’da denizi görmeden memleketlerine ya da farklı mevsimlik işe gidiyorlardı. Çünkü merkeze inip telefonla Kürtçe konuştuğu için linçe maruz kalıyorlardı. O yüzden güvenli alan olarak bahçe ve sağlıksız ve güvencesiz kaldıkları çadırdı.
Şehirler gezdiniz, hikâyeler dinlediniz, yazdıklarınızla belki bir umut oldunuz. Peki sizi en çok etkileyen hikâye neydi?
Her bir başlık bende derin izler bıraktı. Madende sürünerek domuz damına ulaşmamız, o anda yaşadığımız küçük göçük… Tersanedeki işçilerin yemek molasındaki yorgunlukları… İnşaat işçilerinin konteynırlarında geçirdiğimiz o soğuk gecede içimizi ısıtan Mehmet’in söylediği “Bahçada Yeşil Çınar” türküsü… Mevsimlik işçilerde kadınların bitmeyen işi, tarlada, evde, bahçede. Ve elbette ırkçılığın geldiği nokta. Geri dönüşümde ülkenin her yerinde yük taşıyan işçilerin güvencesizliği…
Kot taşlamada Mehmet’in “ölümü cebimde gezdirmişim” deyişi hiç aklımdan çıkmıyor.
Kitabınızda bir alıntıya yer veriyorsunuz; Bobby Sands’dan… “Bizim de günümüz gelecek, bizim intikamımız çocuklarımızın kahkahası olacak.” Umutlu musunuz gelecek 1 Mayıslardan?
Umutlu olmak istiyorum.